Bir de aklıma şöyle bir soru takıldı Havana'da; Gerçekte bir savaş muhabiri olan Hemingway Devrim
sırasında Küba’da olsaydı, Birinci Dünya Savaşı İtalya’sında geçen Silahlara
Veda veya İspanya İç Savaşında geçen Çanlar Kimin İçin Çalıyor gibi bir roman
daha yazar mıydı? Biliyorum saçma bir soru, illaki Hemingway'dan "Kübalı" bir
eser istiyorsan al sana İhtiyar Adam ve Deniz diyorsunuz ama büyük yazarın Küba Devriminde
geçen bir romanını düşünmeden de yapamıyorum.
Hemingway ve Küba hakkında güzel bir makale okumak isterseniz işte size bir link; Mete Türkben'in Hürriyet'in Seyahat ekinde yayınlanmış makalesi; Hemingway'in ayak izinden Küba...
Floridita’yı dışarıdan gördükten sonra -yukarıda da dediğim
gibi içerisini ancak akşam görebileceğim- Eski Havana sokaklarında dolaşmaya ve
fotoğraf çekmeye devam ediyoruz. Bu bölgedeki Havanalılar sabah
karşılaştıklarımıza kıyasla daha mesafeliler. Tabii arada laf atanlar var,
kimse neden fotoğrafımı çekiyorsun da demiyor ama sanki sabahki bulaşıcı coşku ve mutluluk
halinden eser kalmamış. Rom’un etkisi geçmiş gibi...
Bir ara yolda Türk olduğumu tişörtümden anlayan 2 bıçkın
Havanalı baştaki A harfini uzatarak “Ada, Ada” diyorlar. Ne dediklerini
anlamaya çalışıyorum. Atletico Madrid
diyorlar ve bir de vole vurur gibi hareketler yapıyorlar anlıyorum. Arda diyorum, hatta dilleri döndükçe onlara Arda demeyi öğretiyorum. Karşılarına çıkan Türk, futboldan hiç
hazzetmeyen biri olunca Ada’nın Arda olduğunu anlaması da zaman alıyor tabii ki!
Eski Havana’nın turistik ön yüzü hiç fena değil ama arka
sokakları cidden “eski”. Turistik, şık sayılabilecek kafe ve barların,
hediyelik eşya mağazalarının yerini arka sokaklarda yıkık dökük evler alıyor.
Bu arka sokak sakinlerinin çoğu da tatil gününü kapılarının önüne çıkardıkları
sandalyelerinde oturup, sohbet ederek, bir şeyler içerek bazen de sadece kara
kara düşünerek geçiriyorlar.
Arada sadece yıkık dökük olmalarından ötürü ürkütücü gelse
de gerçekte çok güvenli arka sokaklardan daha şık “turistik” sokaklara, oradan
da San Francisco Meydanına (Plaza de San Francisco) geçip meydandaki modern heykellere bir
göz atıyoruz. Fidel’in rejimi sanata her
zaman destek vermiş. Heykel sanatı ile olan imtihanını bir türlü verememiş bir
ulusun temsilcisi olarak Havana’nın her
köşesinde ilginç heykellerle karşılaşmak, Bende ister istemez bir kıskançlık yaratsa
da keyifli oluyor.
Sonra ismini bir kenarında yer alan San Cristobal de La Habana Katedralinden alan Plaza de Catedral’e bir göz atıp, hemen
yakınındaki Plaza de Armas’a geçiyoruz. Oradaki küçük parkta sabah Devrim
Meydanında birbirimizi kaybettiğimiz grubun kalanı banklara oturmuş
soluklanıyorlar, onlara katılıyoruz.
Plaza de Armas’ın doğu köşesindeki Palacio de los Capitanes
Generales bir zamanlar Havana Valisine ev sahipliği yapmış. Sömürge döneminde
tüm Küba’nın en yüksek otoritesi olan Valiye Capitanes Generales denirmiş. Bugün
binada Şehir Müzesi yer alıyor ama daha ilginç olan sarayın ön tarafındaki
ahşap kaplı cadde. Tahtadan Arnavut Kaldırımı bir cadde yani. Bir rivayete göre
Vali caddeden geçen at ve arabaların çıkardığı gürültüden Eşi rahatsız olmasın diye caddeyi ahşapla kaplattırmış.
Plaza de Armas’dan öğle yemeği için La Barca Restorana
geçiyoruz. Mekan güzel, balık güzel, ikram edilen Mohito fena değil... Bu
restoranla ilgili aklımda kalan ilginç bir detay da bir köşesindeki duvarda asılı
fotoğraflar; daha önceden yemek yiyen ünlü konukların restoranda çekilmiş fotoğrafları
var; İlk bakışta tanıdıklarım 2008 yılı yapımı Che filminde de oynayan Benicio
del Toro ve NBA yıldızı Carmelo Anthony.
La Barca’dan sonraki durağımız neredeyse Küba’ya gelen her Türk
Vatandaşının hac mekanı olan Atatürk Anıtı... Restoranın da üzerinde yer aldığı
Puerto Caddesi, Avenida del Puerto üzerindeki küçük bir parkın içinde yer alan
Atatürk Anıtının hikayesi ise şöyleymiş:
Anıt 2008 yılında Küba’nın ulusal kahramanı Jose Marti’nin,
Ankara’da Çankaya parkında açılan heykelinin ardından, Küba Büyükelçiliğimizin
girişimleriyle açılmış. Her iki heykel de, yani Jose Marti ve Mustafa Kemal’in
heykelleri, heykeltıraş Metin Yurdanur’un eseri.
İtiraf etmeliyim ki görüntüsü itibariyle herhangi bir orta öğretim
kurumumuzda yer alan sıradan bir Atatürk büstünden farkı olmayan bu heykelin bu
kadar yeni olmasına şaşırdım. Ben açıkçası bu anıt, hakkındaki şehir efsaneleri dikkate alınırsa 1950 veya 60’lardan kalmadır sanıyordum. Hani vardır ya efsaneler;
Fidel Castro Atatürk’e olan büyük saygısından Küba’ya Atatürk’ün heykelini
diktirmiş veya Küba’da heykeli olan tek yabancı devlet adamı Atatürk’tür gibi.
İşte bu efsaneler külliyen yalan. Castro, büyük ihtimalle
kendisi gibi emperyalizme karşı zafer kazanmış Atatürk’e mutlaka saygı duymuştur, duyuyordur. Fakat anıt onun isteğiyle değil tamamen bizim
Büyükelçiliğin çabalarıyla açılmış. Ayrıca aynı parkta başkalarının da büst
veya heykelleri var. Hatta Havana’da konakladığımız Melia Habana Hotel’in çok
yakınlarında, otele her giriş çıkışta gözüme takılan Yasser Arafat’ın bir büstü vardı...
Benim için Küba’da Atatürk’ün tanınması anlamında bu sıradan
heykelden çok daha önemli olan Trinidad sokaklarında karşılaştığım emekli Dr
Jose de Lois’in sözleriydi. Bırakın Türkiye’yi yaşamı boyunca Küba dışına bile çıkmamış bu
yaşlı adam Atatürk’ten “Mustafa Kemal” diye söz etmiş, “Türkiye’nin kurucusu
büyük devlet adamıdır” demişti. (Merak edenler için; Küba Notlarım 3; Trinidad de Cuba)
Aslında gönül isterdi ki; Havana’da çok daha merkezi bir
yerde, mesela Plaza de San Francisco’nun bir köşesinde, bunun gibi
sıradan değil de, çok daha modern, estetik, sadece Atatürk’ün suretini gösteren
değil de kişiliğini de yansıtan bir heykel olsun. Ama yukarıda bir yerlerde de
dedim ya; ne de olsa heykel sanatı ile imtihanını verememiş bir ulustanız.
Son sözüm de şudur: Yahu Allah aşkına Mustafa Kemal’in büyük
bir devlet adamı olduğunu dünyanın geri kalanının da kabul etmesine ihtiyacımız
mı var? Boş verelim dünyadaki Atatürk izlerinin peşinden koşmayı ve ülke
sınırları içinde izinden gidelim!
Bir sonraki bölümde Havana’ya devam edeceğim.
Ve son olarak Fotoğraflar: